SENİN ESERİN 2 BÖLÜM

 Harry önce dalgaların sesini duydu. İkinci olarak kumun yanağına sertçe çarptığını hissetti. Boğazındaki yanma hissi üçüncü sıradaydı. Başını kaldırdı ve ciğerleri kabardı... tuzlu su mu? Şaşkınlıkla güneşin parıltısına karşı gözlerini kıstı. Gözlüğü elinin yanında-yerdeydi. Tam bir dalga üzerinden geçerken onu takmaya çalıştı.

"Ne-" Sesi hırıltılı bir şekilde çıkmıştı, boğazı sanki tüm okyanusu yutmuş gibi yanıyordu.

Titreyen bacaklarıyla ayağa kalktı, kafa karışıklığı her geçen saniye artıyordu. Boş bir kumsalda duruyordu, ki bu imkânsızdı çünkü saniyeler önce Hogwarts'taydı. Müdürün odasında düello yapıyordu...

Donup kaldı.

Yalnız değildi.

Harry, gözlüklerini buğulandıran tuz lekelerine karşı gözlerini kısarak, sahilin daha ilerisinde bir figür gördü.

"Ron? Hermione?"

Cevap yoktu. Figür hareket etmemişti. Harry, sendeleyerek oraya doğru ilerledi. Çok tanıdık bir korku kaşıntısı tenini kapladı. Spor ayakkabıları ıslak kumda batarak ve kayarak kısa mesafeyi kapattı. Figüre yaklaştığında onun ne Ron ne de Hermione olmadığını gördü. Dizlerinin üzerine çöküp büyük bir endişeyle onu çevirdiğinde, adamın yüzü ortaya çıkmadan önce içgüdüsel olarak kim olduğunu zaten anlamıştı.

Harry'nin beyni durdu çünkü bu saçmaydı. Bu çılgınlıktı.

Bu esmer saçlı, solgun ve tamamen baygın olan kişi Tom Riddle'dan başkası değildi.

Harry'yi kendine getiren şey, yeni bir dalganın sesiydi. Gözlerindeki tuzlu suyu silkeleyince, fazlasıyla insan olan Voldemort'tan kaçmaya çalışırken düştüğünü fark etti; bunu yaparken de cebinden asasını çıkardı.

İkinci kez her şey donmuş gibiydi, dikkati başka bir imkânsızlığa odaklanırken etraf karardı. Asa. Avucunda sıktığı asası bir çubuktan başka bir şey değildi. Harry'nin boğazına panik çöktü. Asa hareketsizdi. Cansızdı. Boştu.

Harry gömleğini çekiştirirken asa parmaklarının arasından düştü. Boynunda asılı duran keseyi açıp kendi asasını çıkardı. Neredeyse ikiye bölünmüştü, incecik ağaç lifleri ve anka kuşu tüyü onu zar zor bir arada tutuyordu. Harry, çobanpüskülünü burnundan birkaç santim uzakta tuttuğunda, ölü bir şeyi kucakladığını hissetti.

"HAYIR."

Asası sadece kırık gibi hissettirmiyordu. Asa gibi de hissettirmiyordu. Dilinin ucunda bir büyü vardı ama Harry onu söylemeye cesaret edemiyordu. Yüreğinde bir korku, göğsünü kaplarken korkunç bir düşünce belirdi: büyü gitmişti.

Ama büyü yok olamazdı. Harry, çobanpüskülü ağacına bakarken, baldırlarına çarpan ve alıç ağacını alıp götürmekle tehdit eden bir sonraki okyanus suyunun sesini zar zor fark etti. Bunun arkasında büyü vardı. Bunu yapan büyüydü.

Bu ne ise artık.

 

Harry gözlerini kapattı. Düşün ... Mantıklı bir açıklaması olmalıydı. En son Hogwarts'taydı - bundan emindi. Hagrid onu Yasak Orman'dan çıkarmıştı. Neville, Voldemort'a meydan okumuş, Gryffindor'un kılıcını tek bir büyük darbede savurarak Nagini'yi öldürmüştü. Kaos patlak vermişti. Görünmezlik Pelerini'nin altında Harry, dövüşün içinden fırlamıştı. Kendini göstermişti. Herkesin gözü önünde, Büyük Salon'da Voldemort'la yüzleşmiş, asasını tutarken nefesini tutarak Öldüren Lanet'in gelmesini beklemişti ama adamın öfke ve korkuyla kocaman açılmış kıpkırmızı gözleri, tam tersini yapmıştı. Harry'yi bir anlığına şaşırtarak kaçmıştı, ama sadece bir saniyeliğine. Mermer merdivenlerden çıkıp büyü koridorundan aşağı inen Harry, -tüm okul peşinden koşarken- Voldemort'u müdürün odasında köşeye sıkıştırana kadar takip etmişti. Portreler bile onu takip etmişti. Dumbledore, masasının üzerindeki resminden uyarı niteliğinde bir şeyler bağırmıştı.

 

Harry gözlerini açıp sağ bileğine baktı ve ilk kez oradaki yanmayı fark etti. Voldemort'un normalde Düşünseli'nin bulunduğu dolabı doğrudan kendisine doğru fırlattığını çok net hatırlıyordu. Sıçramaya vakti olmamıştı; "Confringo!" diye bağırmış ve dolap patlayarak ofisi tahta parçalarıyla doldurmuştu. Harry kendini korumak için kolunu kaldırdığını ve... ve... hatırlıyordu.

Ve yarı yarıya okyanus suyuna batmış hale mi gelmişti? Hogwarts'tan kilometrelerce uzaktaymış gibi görünen bir yerde, daha önce hiç görmediği bir kumsalda, Voldemort cübbesi giymiş, Borgin ve Burkes için çalıştığı zamanki kadar genç görünen bir Tom Riddle ile mi? Patlama beynini mi bulandırmıştı? Gerçekten St. Mungo'nun akıl hastanesinde mi dolaşıyordu ve tüm bunlar son derece canlı bir halüsinasyon muydu?

Veya…

Harry bileğinin iç kısmındaki yanığa baktı. İzi ayrıntılı olarak göremiyordu ama yarım ay gibi görünüyordu, etrafındaki deri iltihaplıydı.

Harry, onu yerinden oynatmakla tehdit eden paniği bilinçli bir çabayla bastırdı. Dolapta, havaya uçurulması pek hoş karşılanmayan bir şey olmalıydı. Yardıma ihtiyacı vardı. Ron ve Hermione'yi bulması gerekiyordu.

"Ron! Hermione!"

Harry, başının üzerinden martılar uçarken olduğu yerde döndü. Burada olmalıydılar. Müdür'ün merdivenlerinden yukarı fırladığında hemen arkasındaydılar.

Harry'nin dikkatini beyaz bir ışık çekti. Bir tepenin üzerinde, sık ağaçların ardında bir ev vardı. Hogwarts'ı andıran kuleleri vardı ama çok küçüktü. Belki bir malikaneydi. Kesinlikle bir kale değildi. Beyaz taşları güneş ışığında parlıyordu. Daha önce fark etmemiş olması Harry'yi şaşırtmıştı ve gördüğü manzara karşısında yüreği hoplamıştı. Ron ve Hermione görmüş olmalılardı. Orada olmalılardı. Harry asayı kumdan aldı ve ağaçlara doğru beş adım attıktan sonra durdu.

Voldemort.

Kıpırdamamıştı bile, hâlâ kumların üzerinde baygın yatıyordu. Harry, yaklaşan gelgitin bir sonraki dalgasını vücuduna göndermesini izledi. Ölmüş müydü?

Peki ya öyle değilse?

Harry asaları geri kaldırdı. Yüzünü buruşturarak elini Voldemort'un boğazına uzattı. Nabzını yokladı ve buldu.

Nasıl? Bu nasıl oluyordu? Voldemort şimdi nasıl Tom Riddle'a benzeyebiliyordu? Yoksa bu gerçekten geçmişteki Riddle mıydı? O dolapta saklı bir zaman döndürücü olabilir miydi? Ama bu yanlıştı. Hermione, beşinci yıllarında hepsinin yok edildiğini söylemişti ve ne olursa olsun, bir zaman döndürücü neden aniden büyü olmadığını açıklayamazdı. Bu her neyse... Harry'nin daha önce hiç karşılaşmadığı bir büyüydü.

Voldemort yakın zamanda kendine gelecek gibi görünmüyordu. Gelgit onu alıp götürmeden önce gelir miydi acaba?

Onu bırak.

Uzaklaş. Uzaklaş ve Ron ile Hermione'yi bul.

Peki ya Voldemort uyanırsa? Harry'nin onu gözlemleyebileceği bir yerde olması daha iyi olmaz mıydı?

Ağzı tiksintiyle buruşmuş bir halde, Harry Voldemort'u koltuk altlarından tutup ayağa kaldırdı. Bir deja vu dalgası onu sardı: Ruh Emici saldırısından sonra Dudley'nin ağırlığı altında sendeliyordu, on beş yaşındaydı. Harry'nin omzu ve sırtı Voldemort'un gevşek ağırlığı altında büküldü. Dişlerini sıktı ve ağaçlara doğru yürüdü.

 


 

 

Ev kilitli değildi. Meşe ağacından yapılmış, yüksek ve tuhaf bir şekilde Hogwarts'ı andıran ön kapılar, elinin altında zahmetsizce açılmıştı. Giriş holü geniş ve boştu.

Harry "merhaba" diye bağırmaya çalıştı ama konuşamayacak kadar nefes nefese kalmıştı. Voldemort hâlâ baygındı ve bir tuğla çuvalı gibiydi. Ağaçların arasından tepeye doğru yaptığı yürüyüş bitmek bilmemişti. Harry bacakları titreyerek içeri girdi ve kapı arkasından kapandı. Solda bir kemer vardı ve Harry şık bir şömine ve bir grup minderli koltuk gördü. Voldemort'u oraya taşıdı ve yere bir yığın halinde bıraktı. Harry yükünden kurtulduğu anda neredeyse tekrar düşecekti, bacakları yorgunluktan bitmişti. Ama şimdi ip bulması gerekiyordu. Voldemort'u bağlaması gerekiyordu. Her an uyanabilirdi.

Harry bir dolaba doğru sendeledi ve çekmeceleri açtı, sadece biblolar ve mücevher kutuları bulunca öfkeyle homurdandı. Yan çekmecelerden birinde, eski moda bir kadın eldiveninin yanında düzgünce katlanmış somon pembesi ipek bir atkı gördü. Petunia Teyze'nin giyeceği türden bir şeye benziyordu. Harry atkıyı kaptı ve Voldemort'a doğru koştu.

Voldemort'un hâlâ baygın olmasına hem şaşırmış hem de minnettar olmuştu. Harry onu bir koltuğa çökmüş bir şekilde oturttu ve atkısını kullanarak ellerini arkasında bağladı. Nefesi kesildi. Tereddüt etti ve sonra Voldemort'un sol bileğine uzandı. Soluk teninde bir yanık izi vardı.

Harry elini geri çekip uzaklaştı. Bu ne anlama geliyordu? Neden ikisinde de aynı işaret vardı? Buradan çıkmalıydı. Hogwarts'a geri dönmeliydi.

"Hey?" diye bağırdı Harry karanlık giriş salonuna. "Burada kimse var mı?"

Ev sessizdi.

‘Ama burada birileri yaşıyor olmalı,’ diye düşündü Harry. Ev eşyalıydı, eşyalar sehpaların üzerinde dağınık duruyordu. Bir şemsiye... trol bacağının üzerinde duruyordu.

Harry gözlerini sertçe kırpıştırdı. Tonks'un Grimmauld Meydanı'na her girişinde takılıp düştüğü şeye benziyordu. Böyle bir dekor, Harry'nin ilk düşündüğünden açıkça daha popüler gibiydi.

Sahipleri dışarı çıkmış olmalıydı. Yakında geri döneceklerdi herhalde. Harry, Voldemort taraftarı olmamalarını umuyordu. İhtiyacı olan son şey buydu.

"Potter?"

Harry arkasını döndü, asası eline fırladı, işe yaramaz olmasına rağmen. Ve neden, neden, neden işe yaramıyordu?

Voldemort ona yavaşça göz kırparak başını hafifçe salladı. "Ne-" Duraksadı. Gözleri kocaman açılmış ve inanmaz bir ifadeye bürünmüşlerdi. Harry'nin bir metre solunda, duvara yaslanmış gerçek boyutlu bir aynanın olduğu yere kilitlenmişlerdi.

Harry de aynaya baktı. Bu Kelid Aynası'ydı. Harry onu nerede olsa tanırdı. Altın telkari, pençeli ayaklar, çerçevesine kazınmış rünler. Neden buradaydı? Harry, daha iyi görebilmek için sendeleyerek ona doğru yürüdü.

"Bu ne?" diye sordu Voldemort. Harry, sesinin titrediğini fark etmişti. "Ne yaptın?"

Aynıydı. Öyle olmalıydı. Harry, Dumbledore'un aynayı Hogwarts'tan aldığını biliyordu. Buraya getirmiş olmalıydı. Harry hâlâ tamamen kafası karışık olsa da, onu boğmakla tehdit eden korku dağılmıştı. Dumbledore aynayı buraya taşımıştı - her neredeyse oraya. Harry'nin yüzünde muzaffer bir gülümseme belirdi. Bu ev, Dumbledore'u tanıyan büyücülere aitti.

"Potter!"

Harry'nin gözleri şömineye kaydı. Koştu. Arkasından Voldemort'un bağlarıyla boğuşma sesleri geliyordu ama Harry onu duymazdan geldi. Aradığını bulmuştu: şöminenin üzerinde küçük bir teneke kutu vardı. Kutuyu açtı,içinde uçuş tozu vardı. Harry, büyük bir özgüvenle boş şömineye serpti.

Hiçbir şey olmadı.

Harry kaşlarını çatarak tekrar denedi. Yeşil toz, sim kadar etkileyici olmayan bir şekilde soğuk tuğlaların üzerine çöktü.

“ Potter ”

 

Harry gözlerini kapattı. Bu bir rüyaydı. Bir rüya ... Her an çadırda uyanıp Hermione ve Ron'a her şeyi anlatabilirdi.

"Ne yaptın, Potter?"

Harry'nin gözleri aniden açıldı.

"Ben mi?" dedi Voldemort'a dönerek. "Asıl sen ne yaptın ? "

Voldemort ona öylesine yakıcı bir nefretle bakmıştı ki, Harry alevler içinde kalmadığına şaşırmıştı. Ne kadar işe yaramaz olsa da asasını sıkıca kavradı ve Voldemort'un yüzündeki öfke şaşkınlığa dönüştü. Artık sinir bozucu derecede insansı olan gözleri odada gezindi. Sanki Harry bir heykelden başka bir şey değilmiş gibi, arkasına bakmak için döndü.

Harry bir an rahatsız oldu.

"İmkansız," diye fısıldadı Voldemort.

"Ne?" diye sordu Harry, Voldemort'un kendisine bakmasını isteyerek. "Neredeyiz? Bu da ne?"

Kör edici bir ışık parıltısı onu durdurdu. Nefes nefese kaldı ve yanan parıltıdan korunmak için kollarını kaldırdı... yoksa bileği mi yanıyordu? Işık dayanılmaz hale gelene kadar büyüdü.

Durdu. Harry titreyerek kollarını indirdi ve yukarı baktı. Tavanda altın bir disk vardı. Harry izlerken disk hareket etmeye başladı. Üçgenler, bir çiçeğin yaprakları gibi soyuldu. Çiçeğin merkezinin olması gereken yerde, dairenin bir ucundan diğerine uzanan uzun, tırtıklı bir çizgi vardı. Çizgi ikiye ayrılarak, yaprakları yavaşça ters yönde dönerken, birbirlerinin etrafında yavaşça dönen iki yarım ay oluşturdu. Parıldayan altın rünler, tavanın geri kalanında bir göletteki halkalar gibi spiraller çizerek dışarı doğru uzandı. Güzel ve tuhaf bir şekilde mekanikti. Luna'nın resmedeceği türden bir şeydi.

“ Carcerem .”

Harry, Voldemort'a baktı ve gördüğü şey onu şimdiye kadar karşılaştığı her şeyden daha fazla endişelendirdi: Voldemort korkmuştu.

"Ne?" dedi Harry.

Voldemort bakışlarını tepelerindeki altın çiçekten ayırmadı. Gözleri ateşli bir şekilde rünlerin üzerinde gezindi. Sonunda gözlerini indirdiğinde midesi bulanıyordu.

"Bu bağlar gereksiz, Potter."

Harry homurdanarak güldü. " Özür dilerim ama sözlerine güvenmiyorum”

"Gereksiz," diye devam etti Voldemort, soğuk sesi sözleriyle çelişiyordu, "çünkü sana zarar verme gibi bir niyetim yok."

Harry gözlerini kırpıştırdı. Voldemort'un söyleyebileceği her şey arasında, asla böyle bir şey söyleyeceğini tahmin etmezdi. Belki de gerçekten rüya görüyordu.

"Carcerem'deyiz," diye açıkladı Voldemort, "tek amacı, etrafındaki en değişken iki gücü içinde tutmak olan kadim bir eser. O dolapta olmalı," diye küfretti.

Harry'nin kalbi gümbür gümbür atıyordu. "İçinde tutmak ne demek?"

"Düello yapıyorduk. Carcerem odadaydı. Onu etkinleştirdik ve içine çekildik." Voldemort, dönen çiçeğe doğru başını kaldırdı. "Carcerem, bizim zamanımızdan ve dünyamızdan ayrı bir cep evreni yaratıyor. Ondan kaçamayız. Bizi ancak o kurtarabilir ve ancak o zaman—" Voldemort'un ağzı tiksintiyle büküldü. Devam etmedi.

"Ne zaman?" diye sordu Harry, bir adım öne çıkarak.

Voldemort ölümcül görünüyordu. "Farklılıklarımızı çözdüğümüzde."

Harry bakakaldı ve ardından çılgınca bir kahkaha attı. Kendi kulağına bile histerik gelmişti. Ellerini dizlerine koyup iki büklüm oldu.

"Bitirdin mi?" dedi Voldemort, eğlenmemiş bir şekilde.

Harry nefes nefese kalsa da kendine geldi. Gözünden akan yaşı silerek, "Bununla ne kazanacağını bilmiyorum ama hemen şimdi bırakabilirsin," dedi.

Voldemort'un gözleri parladı. "Bu bir oyun değil evlat! Seni burada ve şimdi öldürmekten daha çok istediğim hiçbir şey yok, ama yapamam ... Carcerem'den ayrılmak istiyorsam olmaz." Gözleri tekrar tavana kaydı. "Hepsi orada, Potter," diye tükürdü, aniden Snape gibi konuşmuştu. "Yoksa hiç antik rünleri öğrenmeye zahmet etmedin mi?"

Bıçak, Harry'nin beklediğinden daha keskindi.

"Etrafına bak!" diye ısrar etti Voldemort. "Tavandaki o canavar dışında burada büyüden eser yok. Elinde tuttuğun o asa da bir parça ağaç kabuğundan başka bir şey değil. Fark etmeyeceğimi mi sandın?"

Harry'nin yüzü kızardı ama asasını indirmedi. "Bu hiç mantıklı değil. Carcerem'i hiç duymadım."

"Bu," dedi Voldemort, sesinde küçümseme vardı, "pek bir şey ifade etmiyor."

Harry kulaklarının yandığını hissetti. "Bunu sen yaptın! Kendini kurtarmak için son bir çaba sarfettin. Aklımla... oynadın. Bunların hepsi aslından bir hayal!"

Voldemort'un konuşamayacak kadar şaşkın olduğu nadir anlardan biriydi.

"Bana bir sebep ver!" diye öfkelendi Harry. Pencerelerden içeri koyu kırmızı ışıklar sızıyor, gecenin yaklaştığını haber veriyordu. Seslerini kısmaya zahmet etmiyorlardı. Biri çoktan içeri girmiş olmalıydı. Artık görmezden gelemeyeceği bir şüphe yüreğinde kök salıyordu: Burada kimse yoktu. "Sana inanmam için bir sebep ver."

Voldemort'un bakışları sert ve kararlıydı, bir engerek yılanınınki kadar sarsılmazdı. "Seni kendi elimle en az beş kez öldürmeye teşebbüs ettim. Aileni mahvettim. Hayatını lanetledim. Aldığım her nefesle, geriye hiçbir şey kalmayana kadar seni parçalayacağım. Bu bir söz ve Lord Voldemort her zaman sözlerini yerine getirir. Bu yüzden bil ki Harry Potter, artık benim için hayati önem taşıdığını söylediğimde , ciddiyim."

Harry asasını tekrar kavradı ve Voldemort'un yüzüne baktı. "Aynada ne görüyorsun?"

"Affedersin?" diye alay etti Voldemort.

"Beni duydun. Aynada ne görüyorsun?"

Voldemort'un ona gönderdiği ifade bir devi bile soldururdu. "Kendimi görüyorum.  1956'da, bir müzayedede Carcerem'le karşılaştığım gündeki gibiyim. Görünüşe göre hapishanemizin yaratılmasıyla bedenim o güne geri dönmüş. Belki de Carcerem zarar görmüştür. Eğer hatırladığım doğruysa ve o dolaptaysa, havaya uçmuş olmalı."

Soğuk bir şey Harry'nin midesine doğru kaydı.

"Bizi dışarıya çıkaramayacak kadar zarar görmüş olabilir mi?" diye sordu.

"Bunu bilmemiz imkansız," dedi Voldemort, hiç de memnun görünmüyordu.

"Gitmek istiyorsan beni öldüremeyeceğini söylerken ne demek istedin?"

"Carcerem böyle işler," dedi Voldemort sabırsızlanarak. "İki kişi girer, iki kişi çıkar. Birçok kez ateşkes ilan etmek için kullanıldı. Birimiz Carcerem'deyken diğerini öldürürse, galip sonsuza dek orada hapsolur."

"Yani... yani birbirimize güvenmemiz mi gerekiyor?" dedi Harry inanmazlıkla.

Voldemort'un dudakları eski gülümsemesinin hayaleti gibi kıvrıldı, kötü niyetli ve ölümcüldü. "Bir anlaşma yapalım mı? Ancak, el sıkışabilmek için kollarımı serbest bırakman gerekiyor."

Harry buna inanmak istemiyordu. Voldemort bir yalancı ve manipülatördü. Kendini kurtarmak için her şeyi söylerdi. Ama Harry gerçekleri görmezden gelemezdi. Asası çalışmıyordu. Uçuç tozu geçersizdi. Ayna, Voldemort'a kalbinin arzusunu, muzaffer ve ölümsüz olmayı göstermiyordu. Harry'nin gözleri odada gezindi ve gerçekten bakmaya başladığında, tuhaflıklar apaçık ortadaydı. Gryffindor ve Slytherin salonlarının kötü bir şekilde birbirine karışmış haliydi, duvar kağıdı ve halı gümüş-yeşil ve altın kırmızısının uyumsuzluğuydu. Voldemort'un oturması gereken koltuk, Harry'nin en sevdiği koltuktu; Ron ve Hermione'nin her zaman şöminenin yanında seçtikleri koltuk. Ancak kanepe, Slytherin ortak salonundaki gibiydi. Harry onu İkinci Sınıftan hatırlıyordu. Duvarlardaki mumlukların hepsi yılan biçimindeydi. Harry'nin midesi bulandı. Bir masanın üzerinde Ron'un Büyücü Satranç takımı duruyordu, taşlar hareketsizdi... ve daha uzakta, yüksek kemerli pencerelerden birinin yanında, Oliver Wood'un Quidditch sahasının maketi vardı. Pencereden içeri süzülen azalan ışıkta, Harry süpürgeleri destekleyen tellerin parıltısını yakaladı. Bir Muggle oyuncağına benziyordu.

Bu çılgınlıktı.

Bu delilikti.

"Bir çıkış yolu biliyor musun?" diye sordu Harry, ağzı kurumuş bir şekilde Voldemort'a. "Carcerem'den yani?"

"Hayır," dedi Voldemort. "Ama beni serbest bırakırsan bulacağım."

Tüm içgüdüleri ona bunu yapmaması gerektiğini söylerken Harry odanın karşısına yürüdü ve düşmanını serbest bıraktı.

Bu blogdaki popüler yayınlar

O BÜYÜDÜĞÜNDE-1 BÖLÜM

O BÜYÜDÜĞÜNDE-FİNAL

KAKOET 1 BÖLÜM--TOM RİDDLE//HARRY POTTER