ÇİRKİN İMPARATORİÇE 6 BÖLÜM
Xue Houyang başını salladı ve ardından, "Majesteleri bilge." dedi.
Xue Junliang bir süre hiçbir şey söylemedi, sadece diğerine baktı. Xue Houyang biraz endişeli hissediyordu, bu yüzden daha saygılı görünmeye çalışarak başını eğdi.
Xue Junliang elini uzatıp omzunu sıvazladı, gülümseyerek, "Neden yabancı gibi davranıyorsun?" diye sordu.
“Majestelerinin ve tebaasının yolu bu. Bu kişi bu konuda cesaret edemez…”
"Aslında," dedi Xue Junliang, "Bu birkaç yıldır geçmişi düşünüyorum... Houyang, hiç fark etmedin mi? Senin önünde bir kez bile 'Gu' sözcüğünü kullanmadım çünkü benim için sen her zaman küçük bir kardeşsin."
Xue Junliang içini çekti, ardından birkaç adım ileri gitti. Sırtını Xue Houyang'a vererek ekledi, "Birçok şey olmasını istediğim gibi olmadı. Geçmişte ben de bu ülkenin savaşlara maruz kalmadan barışçıl ve müreffeh olmasını istiyordum ama eski Xue Junliang çoktan öldü. Artık sadece daha fazla toprak fethetmek ve ülkesini korumak için savaşması gereken bir tiran var. Bundan yüz yıl sonra insanlar benim yönetimimi değerlendirecekler. Bu konuda beni suçlayacaksın mısın?”
"Majesteleri..." Xue Houyang kararlı bir sesle ekledi, "Houyang uzun yıllardır Başkent'e gelmedi, ama Majestelerinin sıkı çalışmalarını kesinlikle takdir ediyorum. Houyang bir gün büyük bir general mi yoksa sıradan biri mi olacak bu önemli değil, saygın bir abim olduğu için asla pişman olmayacağım, sizi asla suçlamayacağım.”
Xue Junliang başını salladı, sonra gülümsedi, "Daha yeni döndün, bunun için endişelenmene gerek yok... Eğer sorun olmazsa, bana bir kez daha abim der misin?"
İnsanlar genellikle bir krala eşlik etmenin bir kaplana eşlik etmek gibi olduğunu söylerlerdi. Konuşmaları son derece samimi gelebilirdi ama gerçekten gerçek mi yoksa sadece bir maske mi olduğunu söylemek zordu. Sonuçta, Xue Junliang hala bir kraldı. Sözleri yüzde altmış gerçek ve yüzde kırk yalan içerebilirdi, ancak o akıllı bir liderdi. İnsanların kalbine olduğu gibi, kardeşinin de kalbine kolayca dokunabilirdi.
Xue Houyang kollarını düzeltti, dizlerinin üzerine çöktü ve nazikçe "Ağabey" diye fısıldadı.
Sonra hemen kalktı ve gitmek için döndü.
Xue Junliang arkasını dönüp Marki Wannian'ın sırtına bakmadan önce ayak sesleri silikleşene kadar bekledi.
Sınavlara ve sıkıntılara karşı birlikte durmuşlardı. Ama bir kral olarak kaderinde yalnız bir kuş olmak vardı. Sadece amaçları ve görevleri paylaşabilirdi ama artık mutlu ve huzurlu bir hayatı paylaşamazdı.
Xue Houyang bugüne kadar onun yanında kaldığı için Xue Wang ona karşı çok sert olmayacaktı. Marki Wannian'ın saygılı davranışları ve eylemleri nedeniyle, Xue Wang da minnettardı.
Kardeşlikleri uzun, çok uzun sürsündü.
Teng Yun hareketsizdi. Xue Houyang'ın 'Ağabey' diye fısıldadığını duyunca kalbi titremişti. Bırakın askeri birliklere önderlik etmek şöyle dursun, kardeşleri onu böyle çağırsa, sınırları sonsuza kadar korumaya razı olurdu.
Kraliyet prensleri asla böyle şeyler yapmazlardı, Teng ülkesinin başarısız olmasına şaşmamalıydı.
Teng Yun, durumu tersine çevirecek gücü olmadığını biliyordu. Artık Feng Ülkesinin prensesinin vücudunda yaşıyordu, artık Teng ile bağlantısı yoktu. Yine de Teng Shang için endişeleniyordu.
Xue Junliang, uzaklaşmadan önce bir süre orada kaldı. Yürürken, küçük köşke kısa, kuşkulu bir bakış attı.
-
O döner dönmez, Xue Junliang hemen Jiang Yu'ya şansölyelerini bir mektup yazmaları için bilgilendirmesini ve ardından mektubu Teng Ülkesine göndermesini emretti.
Şansölyeler yazdıkları ilk mektuptan memnun kaldılar ama Xue Junliang elini salladı ve onlara mektubu yeniden yazmalarını emretti.
Nihai sonuç sümüksü bir mektuptu. Sanki Xue Wang ve Teng Shang eski tanıdıklarmış gibi, her cümle çok tatlı bir şekilde pohpohlayıcıydı. Mektup ayrıca Teng Yun'un küllerinin Teng Ülkesine geri gönderilip gönderilmeyeceğini tartışıyordu, ancak Xue Wang bunun Büyük General Yun'a saygısızlık olacağından korktuğunu söylemiş ve bu nedenle Bakan Shang'ın Xue'ye gelmesini istemişti.
İlk başta, şansölyeler Xue Junliang'ın niyetinin ne olduğunu anlamamışlardı ama onu sorgulamaya cesaret edememişlerdi. Mektubun son halini okuduktan sonra, gizli anlamları hemen anlamışlardı.
Elçi çabucak geldi ve Teng Shang'ı görmek istedi. Mahkeme salonuna girdikten ve doğrudan Teng Wang'a saygı duyduktan sonra, Teng Shang'dan mektubu şahsen açmasını istedi.
Teng Wang'ın yüzü tokat yemiş gibi karardı. Bu hareket, Teng Shang'ın Teng'in gerçek hükümdarı olduğunu ima ediyordu.
Teng Shang ve Teng Wang aynı nesildendi. Değerli işleri ve başarıları nedeniyle Teng Shang, önceki kral tarafından bir oğul olarak kabul edilmiş ve ona Teng Wang'ın küçük erkek kardeşi gibi davranılmıştı. O zamanlar, Teng Shang hala gençti, Teng Yun'dan sadece beş yaş büyüktü.
[Ç/N : Bence 'aynı nesil' demek onların kuzen olabileceği anlamına geliyor.]
Teng Shang bakan olarak atandığında, Teng Wang tüm askeri gücünü ele geçirme şansını yakalamıştı, böylece artık birliklere liderlik edemiyordu. Artık sadece sivil bir memurdu.
Teng Shang, şu anda Teng Wang'ın kafasında ne olduğunu kesinlikle biliyordu, ama Teng Yun'dan başka hiçbir şey umurunda değildi, bu yüzden mektubu aldı.
Bir bakışta, mektupta açıkça 'kül' kelimesinin yazıldığını gördü. Birden Teng Shang'ın dünyası yıkıldı. Elleri o kadar titriyordu ki mektup yere düştü.
Gözleri yaşarırken boğazı kurudu. O ve Teng Yun arasında kan bağı yoktu ama sık sık tartıştıkları benzer hedefleri vardı. Bu çok partili mahkemede, derin dostluk ve destekleri paylaşabileceği birine sahip olmak nadirdi.
Ve şimdi... Teng Yun ölmüştü ,onu yalnız bırakmıştı.
Teng Wang, Teng Shang'ın yüzünün korkunç bir şekilde solduğunu gördü ve kahyaya mektubu iletmesini emretti. Hızlı bir okumadan sonra şok oldu. Teng Yun onun oğluydu, Teng Ülkesinin kalp atışıydı. Bu on yılda Teng Ülkesini iç savaştayken, sınırlarını korumak için yalnızca Teng Yun'a güvenmişlerdi.
Ve şimdi, Teng Wang bir oğlunu kaybetmişti ama hayatını kurtarabilecek son kişiyi de kaybettiğini iyi biliyordu.
Mahkeme salonunun üstünden umutsuz bir çığlık duyuldu. Teng Wang darbeye dayanamadı ve bayıldı. İnsanlar kraliyet doktorlarını çağırırken, Altıncı Prens Teng Yun'un ölümünü yüksek sesle duyurdular.
Teng Shang konutuna varır varmaz Da Wang'ın fermanını eline aldı. Bu durumda Altıncı Prens'in küllerini geri getirmek için Xue'ye gidecekti, ayrıca Teng Prensesi'ne Xue Ülkesi ile evlilik ittifakı kurması için eşlik edecekti.
Teng Shang reddetmedi ve teklifi kabul etti. Teng Wang'ın onun konumundan ve gücünden korktuğunu biliyordu, sonuçta o gerçek bir Teng değildi, sadece bu soyad verilmiş bir markiydi.
Şu anda, Teng Shang'dan kurtulduktan sonra, Teng Wang başka ne yapacağını bilmiyordu. Bir yanı Teng Shang'ın durumu bir şekilde daha iyiye çevirmesini diliyordu ama diğer yarı Teng Shang'ı hor görüyordu.
Aslında Xue Junliang kumar oynamıyordu. Teng Wang'ın Teng Shang'ı kesinlikle Xue'ye göndereceğini zaten biliyordu. Kazanmak zorunda olduğu bir kumardı çünkü Teng Wang'ın şüpheli yapısı vardı. Bu gerçeği hangi açıdan görürse görsün, Teng Wang'ın daha rahat nefes alabilmesi için Bakan Shang'ı göndereceğinden emindi.
-
Teng Yun bu birkaç gündür üzgündü. Xue Junliang'ın Teng'e bir elçi gönderdiğini öğrendiğinden beri kalbi deli gibi atıyordu. Böyle zamanlarda Küçük Veliaht Prens hala onu kışkırtma cesaretine sahipti.
Xue Pei için bu Çirkin İmparatoriçe sadece aşağılık bir kadındı. İmparatoriçe mantıklı ve makul bir strateji gösterse de, bunun genellikle kağıtlara yazılan bir şey olduğunu düşünüyordu. Ne zaman ona karşı çıkılsa, İmparatoriçe'yi seçmek için daha da heyecanlanıyordu.
Bugün, Xue Pei sözde annesine ata binme ve ok atma pratiği yapma konusunda ısrar etmişti. Küçük veliaht prens çocukluğundan beri ata binmeyi biliyordu, bu yüzden bu işte oldukça iyiydi. Hâlâ çok küçük olmasına rağmen, yalnızca hafif bir yay çekebiliyordu, nişan alması iyiydi. Bu yüzden başarılı kabul edilebilirdi.
Teng Yun'un onu eğlendirecek havası yoktu ama veliaht prens onu rahatsız etmeye devam ederken, sonunda pes etti.. Yay gerçekten o kadar da büyük değildi, Teng Yun bile onu kolaylıkla çekebilirdi.
Teng Yun duruşunu sabitledi, oku aldı ve yayı çekti. Gözlerini hafifçe kıstı, bu günlerde odaklanmakta güçlük çekiyordu. Oku bıraktı ve ok uçtu.
Ardından Xue Pei yüksek sesle güldü ve "Beklendiği gibi, teoriyi bilmek savaş sanatını bilmekle aynı şey değil. Bir savaş alanında olsaydık, kendi komutanınıza ateş ediyor olurdunuz!” dedi.
Teng Yun ona baktı, sonra üç ok daha aldı.
Xue Pei biraz daha güldü, keyfi yerindeydi, "Üç ok mu? Bunları isabetli bir şekilde vurabilirseniz, sizin hizmetkarınız olacağım. Bir adam her zaman sözünü tutar.” Bir yetişkin kadar gururlu bir şekilde göğsünü okşadı.
Teng Yun cevap vermedi, okları çekti ve gözlerini kapadı. Önceki hayatından pek çok şeyi hatırladı; anavatanı, sadık arkadaşı Teng Shang, kılıçla savrulduğunda dökülen kanı. Gözlerini açtığında gözleri yanıyordu.
"Zap!"
Arka arkaya üç ok atılmıştı. Xue Pei ağzı açık kaldı. Artık hedefin ortasında sıkıca duran üç ok vardı.
Xue Junliang, Teng Yun'un okları bıraktığını görmek için tam zamanında gelmişti. Bu kış gibi soğuk bakış, kısa süre önce gördüğü bakışa o kadar çok benziyordu ki